6 Mayıs 2014 Salı

16. Uluslararası Eskişehir Film Festivali 5. Gün Değerlendirmem (Şarkı Söyleyen Kadınlar ve Miss Violence)


Bugün de daha önceden planladığım gibi olmadı fakat bugünü kendim yönlendirdim ve sonuçtan da memnunum. Tabii ki alternatif maliyeti doğrudan yaşayamadığım için çok da kestirebildiğimi söyleyemem doğru yapıp yapmadığımı. Önemli olan sonuç itibariyle güzel filmler izlemiş olmak. Girişi uzatmıyor ve gelişme bölümüne geçiyorum.
Filmler: "Şarkı Söyleyen Kadınlar" ya da "Adem'in Yakarışı" ve "Miss Violence (Şiddet Güzeli)".

"Şarkı Söyleyen Kadınlar"; metaforlar, verilmek istenen mesajlar, oyunculuklar ve doğa açısından bir hayli zengin bir filmdi. Öyle ki yer yer birini yakalamaya çalışırken bir diğerine tosladım. Bu benim muhtemelen filmi okumaya çalışma telaşımdan olsa gerekti ama filmden çıktığımda büyük bir etkilenme durumuyla başa çıkmaya çalışıyordum. Yani birtakım yerlerde birtakım anlamları kaçırmış olabilirdim ama bir bütün olarak bakıldığında paragraflar yazabilecek düzeyde olmasa da filmin özündeki geçmişti bana, özellikle de duygu, düşünce yoğunluğundaki denge açısından. 
Filmde yoğun Reha Erdem imgeleri vardı. Yani mümkün olsa ve bunun bir Reha Erdem filmi olduğunu bilmeden girsem o filme, bu film Reha Erdem'e ait diyebilirdim rahatça. 
Filmde her karakter, her isim, her hayvan, her ses ve her söz  birer metafordu. Bazılarını anlamlandırmak da direkt olarak oyuncuya bırakılmıştı, aşikardı. Beyin zorluyordu.
Dış sesin söyledikleri hayli anlamlıydı ve dinletiyordu. Bunda sesin Halit Ergenç'e ait olması ve ses tınısının filme uygunluğu da büyük bir etkendi.
Deniz Hasgüler (solda) 
Oyunculuklar zengindi dedim başta. Özellikle Adem karakterini canlandıran Philip Arditti'nin derin izler bıraktığını söyleyemeden edemeyeceğim. Binnur Kaya da her zamanki gibi olmuştu, yalnız birkaç sahnede Hüsne'den esintiler görür gibi olmak da beni üzmedi, diyemeyeceğim.
Filmin ardından söyleşi vardı ve söyleşinin tamamına kalmış olamasam da arkadaşımla da konuşup teyit aldıktan sonra, söyleşi biraz zayıf kaldı demek çok da anlamsız olmayacak sanırım. Bu Reha Erdem'in yokluğundandı tabii ki en başta ama Deniz Hasgüler (Meryem)'in söyleşiye yalnız gelmiş olması ve verdiği cevaplar doğrultusunda filmin içini boşaltmış gibi hissetmem benim açımdan olumsuz bir gelişmeydi. 
Ama ne olursa olsun bu durum filmin başarısını tabii ki gölgelemedi ve o ağırlık ve psikolojik çözümlemeler bize olduğu gibi geçti, tek bir katarsis dahi yaşatmadan.


Geldim ikinci filme. Dönüp bakıyorum ve düşünüyorum; bir günde seçilip izlenebilecek iki ağır, psikolojik filmi bulup izlemişim. Şunu söyleyeyim, "Miss Violence"i izlerken ilk başta sadece salonda ve çıkışta sövdüğümü hatırlıyorum, sonrasında ise neden sövdüğümü.
Evet rahatsız edici bir filmdi ve kurgu çok iyiydi. İlk sahnede sahte ifadeler, sahte bir aile saadeti ve 11 yaşındaki kız çocuğunun gülümsemesi vardı. Sonra "böyle mi? yok galiba şöyle." derken, buluyordunuz kendinizi ve düğüm bölümünde artık haklı olmamayı diliyordunuz. Çünkü düşündüğünüzden de fazlasını görüyordunuz, görmek istememeyi dilediğiniz. 
Düğüme gelmeden önce ise konuları işleme biçimi hayranlık uyandırıcıydı. Çünkü sadece sezmenizi sağlayarak ensesti, pedofiliyi, kadın pazarlamayı ve sadizmi işlemişti. Düğüm kısmına yaklaşırken ise zaten olanlar oluyordu ve salonu terk eden insan sayısı artıyordu giderek. Film bittiğinde ne hissettiğimi, ne düşündüğümü toparlamakta güçlük çekiyorum ama kendimle savaştığım noktaları tekrar ortaya çıkardı: "Bir insanın yaşama hakkı ne olursa olsun elinden alınabilir miydi?" Çünkü film bir ölümle başlıyor ve bir ölümle bitiyordu. Baştaki ölüme üzülüp sondaki ölüme seviniyordu insan, ne yazık ki, istem dışı...
                                                 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder