9 Ekim 2016 Pazar

Filmekimi 2016 "Aşk Mektupları" (From the Land of the Moon) Üzerine


Uzun bir aradan sonra (ben şu cümleyi kurmaktan bıktım ama size bu cümleyi okutacak kadar sık yazmadığımdan ve hatta sık yazmamam sebebiyle şu cümleyi kurduğumdan tabii ki de sizler bıkmadınız ve zaten sıkıntı da burada) tekrar, tekrar Merhaba,

Başlıktan da anlayacağınız üzere,Filmekimi kapsamında Ankara Kızılay Büyülü Fener'de "Aşk Mektupları"nı izledim bugün. İlk kez Filmekimi kapsamında bir film izledim, keyifliydi.
Filmi öne çıkaran etkenlerden biri mutlaka  Marion Cotillard'ın performansı olacaktır. Yine duru bir performans sergilemişti çünkü.
Filmden çıktığımda damağımda kalmış bir tat vardı ama bunun nedenini sorguladığımda elle tutulur çok da bir şey olduğunu söyleyemem.

Psikolojiye ilgim olması sebebiyle ya da aşk, bir olabilmek, birbirini bulabilmek gibi kavramlar üzerinde yoğun kafa patlatmamdan mütevellit, filmi seneler sonra da hatırlayacağımı düşünüyorum.

Durağan bir film olmasına karşın akış konusunda epey başarılı olduğunu söyleyebilirim. Bir ara kendime sinema salonunda film izlediğimi hatırlatmak durumunda kaldığımı da belirtmeden geçmeyeyim. Ama bunun nedeni filmin izleyiciye  katarsis yaşatması da değildi kesinlikle. Başarılı bir özdeşleşme ve yabancı kalabilme dengesi kurabildiğimi hissettim filmi izlerken zira. 
Akışa kaptırabilmek sayesinde bir sonraki sahnede ne olacağını düşünmedim ve bu nedenle şok olma derecesinde olmasa da rahatlıkla söyleyebilirim ki hikaye, şaşırtmayı başardı. Bir noktaya kadar kafamda çok farklı bir kurguyla gelen film, bir yerden sonra bambaşka bir boyut aldı. Aşk kavramına inandırdı önce, sonra da "hayır mesele sevgi ve özveri"ymiş dedirtti en basitinden. 

Kafanız içindeki gel-gitleri filmde hikayeleştirme boyutunda bulabilmiş olma durumunu da her film yaşatamıyor tabii; ben bu hissi bu filmde buldum. Dediğim gibi filmde benim kavramlarıma çok fazla dem vurulmuştu, hatta direk olarak bunlar üzerinden bir ilerleyişin hakim olduğunu görebiliyordum.

Savaşın insanlık ve toplum boyutunda verdiği zararların da filmin esas konusu haline getirilmeden, küçük dokundurmalarla işlenmesi filmin dokusunu güçlendiren bir başka etkendi.

Son olarak bu şekilde düşünmekten çok keyif aldığım için filmden aklıma gelen ilk üç sahneyi sizinle paylaşarak bu yazıma da son veriyorum.

1)Gabrielle'in, ambulansın peşinden koşup, gücü kalmadığında kendini yere atması,

2)Gabrielle'in kocası ile son diyaloğu,

3)Gabrielle'in ona kitap ödünç veren adamı herkesin içinde iteklemesi.

Sizin sahneleriniz neler? :)

Görüşmek üzere...

9 Mayıs 2016 Pazartesi

I Am Nojoom, Age 10 and Divorced (Nojoom 10 yaşında ve boşandı) Hakkında

Kısa süre sonra yeniden merhaba,

Bugün yine 19. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali kapsamında bir film izledim Kızılırmak Sineması'nda.

Açıkça söylemek gerekirse üzerine çok konuşulması, yazılması gerektiğini düşündüğüm bir film değildi ama içimdeki yazma isteğinden olsa gerek, yazıyorum bir şeyler.

Film, çok göze parmak sayılabilecek filmlerdendi. Filmden çıktıktan sonra, "bu filmi izlemek benim için çok da gerekli değildi" diye düşündüm.

Oyunculukları beğenmediğimi ve olay kurgusunu da başarılı bulmadığımı söyleyebilirim. Fakat tüm bu olumsuz eleştirilerime rağmen filmde işlenen konunun zaten hassas da olduğum bir konu olması sebebiyle izlerken beni yeterince rahatsız ettiğini ve sinirlendirdiğini paylaşmak isterim.

Yemen Sineması denildiğinde aklımda çok fazla bir şey şekillenmese de bu film çerçevesinde bir değerlendirme yapmak istesem, "daha,çok yol almalı" diyebilirim. Tabii tüm bu yorumları da ülkemiz kültürü ve sinema alışkanlıklarını baz alarak yaptığımı unutmamanızı rica ederim.

Teşekkürler, kısa zamanda yeniden görüşmek dileğiyle...

6 Mayıs 2016 Cuma

19.Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali ve "Toz Bezi"

Merhabalar,

1 seneyi aşkın süredir sizlerle bir şey paylaşmıyor olduğumu görmenin beni üzdüğünü belirtmek istiyorum öncelikle. Biliyorsunuz ki en çok, bağımsız sinema filmleri hakkında yazmayı seviyorum ve şartların beni bu duruma getirmesi nedeniyle uzun süredir yazamadım. Bahaneler yeter diyorsanız başlıyorum festivalle ve film ile ilgili düşüncelerimi paylaşmaya.

Bir kere Ankaralı olanlarınız bilir, özellikle merkeze uzak bir ilçede oturuyorsanız festival takibi zordur ve ben de zorlananlardan olup festival kapsamında 1 film de izleyebilsem kar diyenlerdenim.
Kızılırmak Sineması'nda izledim filmimi; sinemanın atmosferi eski bağımsız sinemaları andırdığından seviyorum orayı. Festival komitesi çok uygun bir fiyat belirlemiş biletler için (5 tl), buna da ayrıca sevindim. 

Gelelim mi artık filme? Evet gelelim bence de. "Toz Bezi"...

Merak ettiğim bir filmdi, beklediğimden çok daha fazla tanıdık yüz vardı, oyunculuklar genel olarak değerlendirmek gerekirse  başarılı ve doğaldı. Özellikle Asel Yalın yaşına rağmen sanki oyunculuk yapmıyor, kendini yaşıyordu. Oyunculuk anlamında sadece şive konusu için sanki bir tık daha çalışma gerekebilirmiş gibi geldi ve izlediğim salondaki ses sisteminin mi yoksa filmin yapısı kaynaklı mı bilemesem de (teknik altyapı yetersizliğimi bağışlayın) sesler diyaloglar sırasında boğuktu ve anlamak için bazı yerlerde İngilizce altyazıdan faydalandım. Onun dışında filmin atmosferi, çekimler, durumlar... Hepsi ciddi anlamda çok doğaldı, çekim açılarının belirli noktalarda (belki ses boğukluğu da bu nedenle bilinçli bir seçimdi) belgesel kıvamında oluşunu da doğallık çabalarından biri olarak değerlendirebilirim ve çabalar başarılı olmuş olacak ki  filmden bana geçen en yoğun his, doğallıktı. Durumlar çok hayatın içindendi, öyle ayrıntılar yakalanmıştı ki, bunlar her zaman yaşayıp sizden başkasının aslında aynı durumları yaşasa bile sizin kadar dert etmediğini düşündüğünüz şeylerdi. En basitinden mutfak lavabosunun borusunun delinmesi ve dışarıda konuşulurken hep erkek işi olarak görülen bu arızayı da bir kadının görev edinerek onarması... Sürekli üzerinde durulan bir durum da ataerkil toplum çerçevesinde  kadının topluma kazandırdıklarının erkeğin gözünde varlık kazanamaması ve kadınlar sanki sadece oturup laklak yaparmış yönündeki erkek algısı.
Film, belki Asmin ile kendimi fazlaca özdeşleştirebilmeyi başarabildiğim için bana birçok hatta belki geçirmek istenildiğinden daha çok duygu geçirdi.
Üzerinde durmak istediğim bir diğer şey de "film sana en çok ne düşündürdü?" sorusuna vereceğim cevaptır. Film her zaman düşündüğüm ve hissettiğim en temel durumu tekrar düşünmeme ve hissetmeme sebep oldu: "İnsanın hayata bakarken penceresi ne kadar küçükse görüş alanı da o kadar dardır." 

Pencerenizi ta en baştan, büyükçe inşa etmeniz dileğiyle... 
Hoşçakalın.


Puan: 7.2/10

26 Nisan 2015 Pazar

"Limonata" Hakkında

Merhaba;

Uzun bir aradan sonra yeniden bir film değerlendirmesi ile karşınızdayım. Çeşitli sebeplerden ötürü bu yıl ne yazık ki ne Eskişehir'deki ne de Ankara'daki film festivallerini takip edebileceğim. O nedenle festival değerlendirmesi de yapamayacağım.

Gelelim Limonata'ya. Limonata, Ali Atay'ın ilk yönetmenlik deneyimi. Ali Atay'a olan sevgimi ve filmin bana hissettirdiklerini bir kenara koyarak şunu söylemeliyim: Bu filmin ilk kez yönetmen koltuğuna oturmuş bir kişinin elinden çıktığı bir şekilde hissediliyor film seyredilirken. Küçük ayrıntılara çok önem verilmemesinden mi yoksa aslında bir sahne böyleyken öyle olması gerekiyormuş gibi hissettirmesinden mi bilmiyorum ama böyle bir duygu geçirdi bana. Bir de küçük ayrıntılar ve olumsuzluklardan bahsetmişken, Funda Eryiğit'in oyunculuğunu normalde beğenmeme rağmen bu filmde bir açıdan beni irite etti. Bu da herkes Makedonya aksanı ile Türkçe konuşurken Funda Eryiğit'in canlandırdığı Nihal karakterinin Makedonya'da büyüdüğü halde aradaki birkaç kelime dışında çok düzgün bir Türkçe ile konuşmasıydı. Ama olumsuzlukları daha fazla uzatmak istemiyor ve filmin bana hissettirdiği güzel duygulara ve olumlu yanlarına geçmek istiyorum.

Filmi izlerken yabancılaşma yaşamanız gerekmiyordu çünkü size katarsis yaşatacak herhangi bir öge bulunmuyor filmde ve bu kişisel olarak benim önemsediğim bir şey. Tabii ki bu noktada görüş ayrılığı yaşayacağım birçok kişi de olacaktır.
Film bittikten sonraysa direkt sokağa çıkmak ve yalnız kalmak gibi bir istek dolmuştu içime. Belki filmi sindirebilmek için sessizlik ve temiz havaya ihtiyaç duydum vakit kaybetmeden. Fakat ne yazık ki bağımsız sinemalardan çok AVM sinemaları ile çevrili olduğumuzdan ben de bir AVM sinemasına gitmiştim bugün. O nedenle bu isteğime yönelik hareket edemedim.
Film sırasında Serkan Keskin'in oyunculuğuna dikkat kesildim yine. Dedim acaba bu kez diğer karakterlerinden bir kırıntı görebilecek miyim? Yani buna resmen çabalamama rağmen yine görememiş olmak beni bir kez daha sevindirdi ve Keskin'in oyunculuğuna olan hayranlığımı bir kat daha arttırdı.
Ertan Saban'ı da yeni yeni tanıyan biri olarak burada da oyunculuğunu sevdim.

Genel olarak belki yol filmlerini de sevmemin bir etkisi olarak -ki Limonata bence yarı bir yol filmi de sayılabilir.- filmi izlerken kendimi huzurlu ve hayata bağlanmış hissettim. Ki aslında filmin dokusuna baktığınızda hayata dair o kadar da iç açıcı bir tablo sunmuyordu. Ama belki beni mutlu etmesinin sebebi hayatımın odağında insan olması ve bu filmde de her insanın içinde birden çok dünyanın gizli olduğunun bir kez daha hatırlatılmasıydı.

Filmden aklına gelen ilk üç sahne ne diye sorarsanız da şunları söylerim:

1- Sakip'in Selim'i gördüğü ilk an
2- Sakip'in baba evinde, babası öldükten sonraki öfke nöbeti
3- Selim İstanbul'a dönmek için otobüse bindiğinde Nihal'in hareketsiz bir şekilde ona bakakalması ve bakışmalar.

İşte bu kadar. Merakla Ali Atay'ın yeni filmlerine...

Not: Bir kadın olarak filmlerde kadın üzerinden edilen fazlaca küfürle karşılaşıyorum. Gerekli olmadığı sürece (gereklilikten kastım belki seyirciye gerçekliği geçirme çabasıdır ki bu başka şekilde de yapılabilir.) onlarla karşılaşmamayı dileyerek notumu da bitiriyorum.

20 Mart 2015 Cuma

Yalçın Tosun Söyleşisi (14.Kitap Ağacı Buluşması Değerlendirmem)

Merhaba,

Vermiş olduğum sözlere rağmen farkındayım ki çoktan görünmedim yine ortalıkta. Beni besleyen durumlar olsa da bu arada, yeniden bir söyleşi değerlendirmesi için buralardayım.

Yalçın Tosun'la Kitap Ağacı topluluğu sayesinde bir araya gelme fırsatı buldum. Bu benim 2. Kitap Ağacı katılımımdı. Daha önceki yazımda topluluğu ayrıntılı anlattığım için bu sefer topluluktan ziyade, topluluk sayesinde beni ciddi anlamda beslediğini düşündüğüm bir yazardan: Yalçın Tosun'dan söz edeceğim. Yalçın Tosun, itiraf etmem gerekirse yakın zamana kadar duyduğum bir yazar değildi hatta hala kendisini okuma şansı da bulamadığımı çekinerek söylüyorum.


Tüm bunlara rağmen söyleşi bana çok keyif verdi. Yalçın Tosun'un enerjisi ve öykülerinde sıkça yer verdiği konular beni fazlasıyla kendine çekti ve söyleşi öncesi kurulan standlardan hemen gidip kitabımı aldım ve imza sırasına girdim. Bu yazımda da aslında yazarın bende uyandırdığı hislerden ziyade kendi sarf ettiği cümlelerden alıntılar sunmak istiyorum ki bu yazıyı okuyanlar yazarın enerjisini hissetme şansı bulamasalar da ne demeye çalıştığımı az çok anlayabilsinler. Kendi sözlerime burada son verip, sözü Tosun'a bırakıyorum:

"Saf okur olmak çok özel bir şey. Çoğu yazar kitapları basıldıktan sonra pişmanlık duyar. Çünkü hiçbir zaman saf okur olamayacaktır artık."

"Kitap okurken, yazar olacağım diye okumadım. Kitap okuma sevdamdan dolayı kalabalık bir evde büyüdüğüm halde, bir dönem kendime ait bir odam oldu."

"En büyük eleştirmen, okumaktır."

"Yazar olmaktan çok, yazdığım şeylerle ilgileniyorum. Yazarken dış dünyayı ve okurları düşünmüyorum. Yazdığım konuları ben seçmiyorum, benden çıkan şeyleri yazıyorum. Her yazarın bir derdi, rahatsız olduğu bir şeyleri vardır. Beni rahatsız eden şey: İkiyüzlülük. Bir de her yazar okumak istediğini yazar derler. Ben ölümü, kavuşamayışı, yoksulluğu, cinsel kimlik arayışını okumayı seviyorum."

"Eşcinseller ilgimi çekti. Çünkü onları farklı bir tür gibi görüyoruz. Kadınlar, çocuklar ilgimi çekti. Çünkü onları hep ezdik, toplumun dışına bir yerlere attık. Oysaki nihayetinde hepimiz insandık, insanız."

"Herkesin hoşuna giden öyküler yazmaktan çok korktum. Yazmak bir soyunma biçimidir. Bu da cesaret gerektirir. Hele ilk kitaplar biraz daha mahremdir, ilk kez okur karşısına çıktığınızda daha kırılgan ve çıplak hissedersiniz. Zamanla deriniz biraz kalınlaşır."


Görüşmek üzere...

30 Aralık 2014 Salı

11. Kitap Ağacı Buluşması Ankara Değerlendirmem



Merhaba,
Öncelikle şunu belirtmem gerektiğinin pek tabii farkındayım. Birkaç aydır ortalıkta görünmüyorum. Ne film eleştirisi yazdım ne de başka bir şey. Bunun için özür dileyip bundan sonraki zamanlarda daha aktif olmaya çalışacağıma dair söz veriyorum.
Başlıktan fark ettiğiniz üzere bugün farklı bir değerlendirme yapacağım. Bir toplantı değerlendirmesi: Kitap Ağacı. Duyanlar olmuştur, duymayanlar olmuştur. Ben bu grubun toplanma amacı ve ne yaptığı ile ilgili kendi gözlemlediğim kadarını yazıp devamına hangi kaynaklardan ulaşabileceğinize dair yardımcı olacağım.
Kitap Ağacı nedir? Ne yapar? Kitap Ağacı; aynı şehirdeki, bazen aynı ülkedeki (çünkü gördüğüm kadarıyla Almanya'da yaşayan Türkiyeliler için Kitap Ağacı Almanya da var.) bütün kitapseverleri bir platformda buluşturarak aynı anda aynı kitapları okuyabilmeyi ve her ay yeni bir yazarla bir araya gelebilmeyi amaçlayan bir topluluklar bütünü.
 Daha ayrıntılı bilgi için şu adreslere bakılabilir:
www.kitapagaciyiz.com, www.facebook.com/kitapagaci355, www.twitter.com/kitapagaci_, www.instagram.com/kitapagaci, www.vikitap.com/grup/uyeler/Kitap-Agacı-355, www.youtube.com/channel/UCCxIlL8wsD0gcOrCAwUf_zQ

Bu ay ben bu güzel enerjisi olan, kalabalık topluluğa ilk kez katılma şansı buldum. Buluşma,Otel 2000 Maltepe'de gerçekleşti. Konuk yazar Ercüment Cengiz'di. Organizasyonu gerçekleştirenlere İnstagram'dan morjje, ebruunutmaz ve fatoniko kullanıcı adlarını yazarak ulaşabilirsiniz. Buraya özellikle adlarını yazmadım, merak eden İnstagram'dan bakabilir.
Şunu söylemeliyim ki otel lobisine girdiğim andan itibaren sıcak bir karşılama buldu beni. Daha sonra söyleşinin gerçekleşeceği salona geçildi. Organizasyonu düzenleyenlerde biraz heyecan sezebiliyordum ve bu gayet normaldi. Bahsedilene göre Kitap Ağacı Ankara grubu her gün daha da büyüyen bir grup. Önceleri cafelerde buluşulurken şimdi toplantı salonlarına taşınmış toplantılar. Tabii grup kalabalıklaştıkça gruba hitap etmek ve organizasyon süreci daha da zorlaşıyor olmalı.
Söyleşi öncesi kurulmuş bir iki standa baktım, birinde takvimler satılıyordu, birinde önümüzdeki buluşmaya gelecek olan yazar Gülayşe Koçak'ın kitapları yer alıyordu. Düzenleme güzeldi. Herkes otel ikamlarıyla dolu olan tabak ve bardaklarla yerine geçti. Oturduğumuzda fotoğrafta gördüğünüz küçük hediyeler hazırdı önümüzde.
Ercüment Cengiz çağrıldı kürsüye. Bu arada Ercüment Cengiz henüz okumadığım bir yazar ve kitapları "Gırnatacı" ve "Çellocu'yu okumamama rağmen söyleşi sırasında hiçbir sıkılma olmadı. Söyleşi sıcak, interaktif ve keyifliydi.  
Ercüment Cengiz Radikal'e makaleler de yazan, diğer sanat eserleriyle roman arasındaki bağla ilgilenen (ki kitap sadece kitap isimlerinden bile müzik ve roman arasında bir bağ kurmayı amaçladığını anlayabilirsiniz.), kendisi bu kimliğini çok ön plana çıkarılmasını istemese de asıl mesleği jinekologluk olan bir yazar.
Ercüment Cengiz'in söyleşi sırasında sarf ettiği ve benim özellikle dikkatimi çeken birkaç cümlesini buraya aktardıktan sonra değerlendirmemi sonlandıracağım.

"Romanları, müzik parçalarına benzetiyorum"
"Romanları en çok nerede başlayıp nerede biteceği belli olmayan caz parçalarına benzetirim."
"Romanlarda hayatları en çok birbirine bağlayan unsur ritimlerdir."
"Tolstoy öyle yazdığı için değil, Anna Karenina öldüğü için üzülürüz."
"Yaşayamadığımız diğer hayatları görebilmek için roman okur, sinema ve tiyatroya gideriz. Alem yaratır sanat."
"Hiç kimsenin haklı olmadığı alanlarda dolanabilir roman."
"Bir yazar, bir satırı hiçbir zaman durduk yere yazmaz."
"Yazı yazmaktan vazgeçmeyin. En kolayından -romandan- başlayın."

Görüşmek dileğiyle.


16 Haziran 2014 Pazartesi

Kış Uykusu Film Değerlendirmem

2 gün önce izledim "Kış Uykusu"nu ve yazmaya başlamadan önce iyice sindirmek istedim. Nuri Bilge Ceylan çok çok beğendiğim bir yönetmen ve bu değerlendirme ne olursa olsun eksik kalacak. Çünkü öncesinde bir taslak hazırlamıyor ve filmin bende çağrıştırdıkları yazdığım anda neyse, onları aktarmak istiyorum direkt olarak ve artık başlıyorum.


Hakkında yazmaya nasıl başlayacağımı fazlasıyla düşündüğüm filmlerden biri... Yani öncelikle bunu söylemeliyim sanırım. Geriden başlayacağım şu an ve film bittiğinde neler hissettiğimden bahsedeceğim. Film bitti ve "Kış Uykusu" yazısı göründü yeniden ve ben o an sadece susmak, film sonrasında geçen yazıları izlemek ve gülümsemek istedim. Ki öyle de yaptım. İlk yarıda ise "bitmesin bu film dedik" bir arkadaşımla. Film 3 saat 16 dk ama gerçekten abartısız, anlaşılmıyor o kadar uzun olduğu. Diyaloglar çok başarılı ve her an düşündürüyor.
Nuri Bilge Ceylan'ın filmleri herkesin bildiği üzere ne kadar durum öyküsü olsa da olay öyküsü seyrediyormuş hissi yaşatıyor.
Birçok kavramı sorgulamış yine Ceylan filmde ve kendisiyle beraber seyirciye de sorgulatmış. Haluk Bilginer'in canlandırdığı Aydın Bey karakteri ve Demet Akbağ'ın canlandırdığı Necla karakterinin diyalogları sırasında insan, aslında hayatı boyunca hep bir taraf seçtiği ve buna mecburmuş gibi davrandığı durumuyla yüzleşiyor. Çünkü bu sefer taraf seçemiyor. İki taraf da o kadar haklı ve iki taraf da o kadar haksız ki. Aynı durum Aydın karakterinin Nihal (Melisa Sözen) ile diyalogları sırasında da yaşanıyor. Sonra filmi dinleyerek sorgulamaya başlıyor; "İyi olan ne?", "Haklı olan gerçekte kim?", "Gerçek ne?"... kafası karışıyor, allak bullak oluyor seyircinin ama bir yandan da daha duru hale geliyor beyin ve bazı yükler atılıyor omuzlardan.
İki kardeşin birbirinin ne kadar da zıttı olabileceği, kibiri, bir insanı ne kadar sevebileceğini düşünsen de ve bir insan ne kadar sevilmek istese de sevilmeme nedeninin; belki bir yerde tek suçunun sadece karakteri olabileceği, bir insanı tanrılaştırmayı, dinin temsil edilme şeklini, yazmak için illa uzmanı olduğun konuları mı seçmen gerektiği yoksa sadece gözlemlerini de yazıp yazamayacağını, kötülüğe karşı koyma-koymama durumunu, karşıdaki insanla yaptığın bir tartışma sırasında onun söylediklerini her ne kadar  önemsemiyormuş gibi görünsen ya da öyle olduğuna inansan da gerçeğin bu olamayabileceği ve daha bir sürü konu, durum, kavram üzerinde o kadar güzel, öz ve yalın şekilde durulmuş ki filmde, hayran kalınıyor doğrusu.
Oyunculuklara geldiğimde ise ne kadar yanlış olduğunu düşünsem de ister istemez küçük bir kıyaslama yaptım sanırım "Bir Zamanlar Anadolu" ile. Çünkü oyunculuklar orada efsaneydi, her biri o kadar doğal ve o kadar hayatın içindendi ki insan dediğim gibi ister istemez bir kıyaslama durumu içinde buluyor kendini.
Haluk Bilginer'in oyunculuğunu beğenirim ama hiçbir rolünde çok çok farklı bir Haluk Bilginer görmedim karşımda. Bu durum "Kış Uykusu" için de geçerliydi ama tabii ki iyi bir oyunculuk sergilemişti.
Demet Akbağ da en az her zamanki kadar iyiydi diyebilirim fakat mimiklerinin, geçirdiği estetik ameliyatlar nedeniyle eskisi gibi olmadığını düşündüm izlerken.
Melisa Sözen'in oyunculuğu ise epey duruydu. Nejat İşler olabildiğince geçiriyordu duyguyu karşıya ve Serhat Mustafa Kılıç fazlasıyla karakterine bürünmüştü, başarılıydı.
Diğer oyunculuklar da gayet başarılıydı.

Filmdeki Dostoyevski, Çehov, Shakespeare ve Voltaire alıntıları çok anlamlı ve yerinde kullanılmış, insana film için bir yön tayin edici nitelik barındırıyordu sanki.
Görsellik ve çekim açıları her zamanki gibi kutlanasıydı.

Benden bu kadar, bir değerlendirmemin daha sonuna geldim. "Kış Uykusu" mutlaka ve mutlaka izlenmesi gereken filmlerden hatta mümkünse birden fazla izlenmeli bence.

İyi seyirler.