16 Haziran 2014 Pazartesi

Kış Uykusu Film Değerlendirmem

2 gün önce izledim "Kış Uykusu"nu ve yazmaya başlamadan önce iyice sindirmek istedim. Nuri Bilge Ceylan çok çok beğendiğim bir yönetmen ve bu değerlendirme ne olursa olsun eksik kalacak. Çünkü öncesinde bir taslak hazırlamıyor ve filmin bende çağrıştırdıkları yazdığım anda neyse, onları aktarmak istiyorum direkt olarak ve artık başlıyorum.


Hakkında yazmaya nasıl başlayacağımı fazlasıyla düşündüğüm filmlerden biri... Yani öncelikle bunu söylemeliyim sanırım. Geriden başlayacağım şu an ve film bittiğinde neler hissettiğimden bahsedeceğim. Film bitti ve "Kış Uykusu" yazısı göründü yeniden ve ben o an sadece susmak, film sonrasında geçen yazıları izlemek ve gülümsemek istedim. Ki öyle de yaptım. İlk yarıda ise "bitmesin bu film dedik" bir arkadaşımla. Film 3 saat 16 dk ama gerçekten abartısız, anlaşılmıyor o kadar uzun olduğu. Diyaloglar çok başarılı ve her an düşündürüyor.
Nuri Bilge Ceylan'ın filmleri herkesin bildiği üzere ne kadar durum öyküsü olsa da olay öyküsü seyrediyormuş hissi yaşatıyor.
Birçok kavramı sorgulamış yine Ceylan filmde ve kendisiyle beraber seyirciye de sorgulatmış. Haluk Bilginer'in canlandırdığı Aydın Bey karakteri ve Demet Akbağ'ın canlandırdığı Necla karakterinin diyalogları sırasında insan, aslında hayatı boyunca hep bir taraf seçtiği ve buna mecburmuş gibi davrandığı durumuyla yüzleşiyor. Çünkü bu sefer taraf seçemiyor. İki taraf da o kadar haklı ve iki taraf da o kadar haksız ki. Aynı durum Aydın karakterinin Nihal (Melisa Sözen) ile diyalogları sırasında da yaşanıyor. Sonra filmi dinleyerek sorgulamaya başlıyor; "İyi olan ne?", "Haklı olan gerçekte kim?", "Gerçek ne?"... kafası karışıyor, allak bullak oluyor seyircinin ama bir yandan da daha duru hale geliyor beyin ve bazı yükler atılıyor omuzlardan.
İki kardeşin birbirinin ne kadar da zıttı olabileceği, kibiri, bir insanı ne kadar sevebileceğini düşünsen de ve bir insan ne kadar sevilmek istese de sevilmeme nedeninin; belki bir yerde tek suçunun sadece karakteri olabileceği, bir insanı tanrılaştırmayı, dinin temsil edilme şeklini, yazmak için illa uzmanı olduğun konuları mı seçmen gerektiği yoksa sadece gözlemlerini de yazıp yazamayacağını, kötülüğe karşı koyma-koymama durumunu, karşıdaki insanla yaptığın bir tartışma sırasında onun söylediklerini her ne kadar  önemsemiyormuş gibi görünsen ya da öyle olduğuna inansan da gerçeğin bu olamayabileceği ve daha bir sürü konu, durum, kavram üzerinde o kadar güzel, öz ve yalın şekilde durulmuş ki filmde, hayran kalınıyor doğrusu.
Oyunculuklara geldiğimde ise ne kadar yanlış olduğunu düşünsem de ister istemez küçük bir kıyaslama yaptım sanırım "Bir Zamanlar Anadolu" ile. Çünkü oyunculuklar orada efsaneydi, her biri o kadar doğal ve o kadar hayatın içindendi ki insan dediğim gibi ister istemez bir kıyaslama durumu içinde buluyor kendini.
Haluk Bilginer'in oyunculuğunu beğenirim ama hiçbir rolünde çok çok farklı bir Haluk Bilginer görmedim karşımda. Bu durum "Kış Uykusu" için de geçerliydi ama tabii ki iyi bir oyunculuk sergilemişti.
Demet Akbağ da en az her zamanki kadar iyiydi diyebilirim fakat mimiklerinin, geçirdiği estetik ameliyatlar nedeniyle eskisi gibi olmadığını düşündüm izlerken.
Melisa Sözen'in oyunculuğu ise epey duruydu. Nejat İşler olabildiğince geçiriyordu duyguyu karşıya ve Serhat Mustafa Kılıç fazlasıyla karakterine bürünmüştü, başarılıydı.
Diğer oyunculuklar da gayet başarılıydı.

Filmdeki Dostoyevski, Çehov, Shakespeare ve Voltaire alıntıları çok anlamlı ve yerinde kullanılmış, insana film için bir yön tayin edici nitelik barındırıyordu sanki.
Görsellik ve çekim açıları her zamanki gibi kutlanasıydı.

Benden bu kadar, bir değerlendirmemin daha sonuna geldim. "Kış Uykusu" mutlaka ve mutlaka izlenmesi gereken filmlerden hatta mümkünse birden fazla izlenmeli bence.

İyi seyirler.

2 Haziran 2014 Pazartesi

The Congress (Son Şans) Film Değerlendirmem

Film Festivali'nden bu yana film değerlendirmesi yazamıyorum. Tabii bu arada filmler izledim ama hakkında çok da yazılası filmler değildi benim için. O nedenle en azından şu an o filmler hakkında yazmayacağım. Dün festival sonrası ilk sinemamı yaptım, ablam sayesinde oldu o da biraz. Malum öğrencilik zor zanaat. Daha fazla gevezelik etmeden film değerlendirmeme geçiyor, sizi daha fazla yormuyorum.

The Congress bence iyi denilmesini hak eden bir filmdi. Düşündüren, kafa yoran filmler arasında sayabilirim rahatlıkla. Animasyon ve canlı aksiyon bir arada o kadar başarılı kullanılmış ki hele Robin Wright karakterini kendisi de canlandırınca yer yer animasyon izlediğiniz halde gerçekle hayal birbirine giriyor. Tür olarak her ne kadar Bilimkurgu, Animasyon olarak geçse de ben ekstra bir de Psikolojik tanımını ekleyebileceğimi söyleyebilirim. Çünkü psikolojik ögeler de ağır basıyordu filmde ki insan ara ara kendi psikolojisini de bir durup yokluyor. Teknolojinin ilerleyişini sorgulatan bir film. "Bu kadarını yapabilirler mi?" diye endişelendiriyor bir an için. Ama sonra "Saçmalama bu kadarı da olmaz." diyorsun ki olması bilimsel olarak biraz imkansız şeyleri içeriyordu açıkçası. Adı üstünde: Bilimkurgu. Ama şu da unutulmamalı ki eski zamane insanları şimdiki cep telefonunu hayal bile edemezdi. -Tamam ama burada izlediklerimiz gerçekten biraz imkansız.-


Film ikinci yarıdan sonra başlıyor ve aslında ikinci yarıdan sonra canlı aksiyon yok denecek kadar az. Ama şunu da belirtmeliyim ki ilk yarı da kesinlikle sıkmıyor. Sadece ekspozisyon az daha uzun tutulmuş o kadar.

Film asla ve asla zaman kaybı değil ve filmden çıktıktan sonra ayrı bir dünyadan kopup gelmiş gibi hissettim. Hem dingin, hem yorgundum. 
Bence İnception, Mr. Nobody, The Shutter İsland gibi filmleri sevmiş olanlar -bu dahil hepsi birbirinden çok farklı olsalar da- bu filmi de seveceklerdir.
İyi seyirler.