26 Nisan 2015 Pazar

"Limonata" Hakkında

Merhaba;

Uzun bir aradan sonra yeniden bir film değerlendirmesi ile karşınızdayım. Çeşitli sebeplerden ötürü bu yıl ne yazık ki ne Eskişehir'deki ne de Ankara'daki film festivallerini takip edebileceğim. O nedenle festival değerlendirmesi de yapamayacağım.

Gelelim Limonata'ya. Limonata, Ali Atay'ın ilk yönetmenlik deneyimi. Ali Atay'a olan sevgimi ve filmin bana hissettirdiklerini bir kenara koyarak şunu söylemeliyim: Bu filmin ilk kez yönetmen koltuğuna oturmuş bir kişinin elinden çıktığı bir şekilde hissediliyor film seyredilirken. Küçük ayrıntılara çok önem verilmemesinden mi yoksa aslında bir sahne böyleyken öyle olması gerekiyormuş gibi hissettirmesinden mi bilmiyorum ama böyle bir duygu geçirdi bana. Bir de küçük ayrıntılar ve olumsuzluklardan bahsetmişken, Funda Eryiğit'in oyunculuğunu normalde beğenmeme rağmen bu filmde bir açıdan beni irite etti. Bu da herkes Makedonya aksanı ile Türkçe konuşurken Funda Eryiğit'in canlandırdığı Nihal karakterinin Makedonya'da büyüdüğü halde aradaki birkaç kelime dışında çok düzgün bir Türkçe ile konuşmasıydı. Ama olumsuzlukları daha fazla uzatmak istemiyor ve filmin bana hissettirdiği güzel duygulara ve olumlu yanlarına geçmek istiyorum.

Filmi izlerken yabancılaşma yaşamanız gerekmiyordu çünkü size katarsis yaşatacak herhangi bir öge bulunmuyor filmde ve bu kişisel olarak benim önemsediğim bir şey. Tabii ki bu noktada görüş ayrılığı yaşayacağım birçok kişi de olacaktır.
Film bittikten sonraysa direkt sokağa çıkmak ve yalnız kalmak gibi bir istek dolmuştu içime. Belki filmi sindirebilmek için sessizlik ve temiz havaya ihtiyaç duydum vakit kaybetmeden. Fakat ne yazık ki bağımsız sinemalardan çok AVM sinemaları ile çevrili olduğumuzdan ben de bir AVM sinemasına gitmiştim bugün. O nedenle bu isteğime yönelik hareket edemedim.
Film sırasında Serkan Keskin'in oyunculuğuna dikkat kesildim yine. Dedim acaba bu kez diğer karakterlerinden bir kırıntı görebilecek miyim? Yani buna resmen çabalamama rağmen yine görememiş olmak beni bir kez daha sevindirdi ve Keskin'in oyunculuğuna olan hayranlığımı bir kat daha arttırdı.
Ertan Saban'ı da yeni yeni tanıyan biri olarak burada da oyunculuğunu sevdim.

Genel olarak belki yol filmlerini de sevmemin bir etkisi olarak -ki Limonata bence yarı bir yol filmi de sayılabilir.- filmi izlerken kendimi huzurlu ve hayata bağlanmış hissettim. Ki aslında filmin dokusuna baktığınızda hayata dair o kadar da iç açıcı bir tablo sunmuyordu. Ama belki beni mutlu etmesinin sebebi hayatımın odağında insan olması ve bu filmde de her insanın içinde birden çok dünyanın gizli olduğunun bir kez daha hatırlatılmasıydı.

Filmden aklına gelen ilk üç sahne ne diye sorarsanız da şunları söylerim:

1- Sakip'in Selim'i gördüğü ilk an
2- Sakip'in baba evinde, babası öldükten sonraki öfke nöbeti
3- Selim İstanbul'a dönmek için otobüse bindiğinde Nihal'in hareketsiz bir şekilde ona bakakalması ve bakışmalar.

İşte bu kadar. Merakla Ali Atay'ın yeni filmlerine...

Not: Bir kadın olarak filmlerde kadın üzerinden edilen fazlaca küfürle karşılaşıyorum. Gerekli olmadığı sürece (gereklilikten kastım belki seyirciye gerçekliği geçirme çabasıdır ki bu başka şekilde de yapılabilir.) onlarla karşılaşmamayı dileyerek notumu da bitiriyorum.

20 Mart 2015 Cuma

Yalçın Tosun Söyleşisi (14.Kitap Ağacı Buluşması Değerlendirmem)

Merhaba,

Vermiş olduğum sözlere rağmen farkındayım ki çoktan görünmedim yine ortalıkta. Beni besleyen durumlar olsa da bu arada, yeniden bir söyleşi değerlendirmesi için buralardayım.

Yalçın Tosun'la Kitap Ağacı topluluğu sayesinde bir araya gelme fırsatı buldum. Bu benim 2. Kitap Ağacı katılımımdı. Daha önceki yazımda topluluğu ayrıntılı anlattığım için bu sefer topluluktan ziyade, topluluk sayesinde beni ciddi anlamda beslediğini düşündüğüm bir yazardan: Yalçın Tosun'dan söz edeceğim. Yalçın Tosun, itiraf etmem gerekirse yakın zamana kadar duyduğum bir yazar değildi hatta hala kendisini okuma şansı da bulamadığımı çekinerek söylüyorum.


Tüm bunlara rağmen söyleşi bana çok keyif verdi. Yalçın Tosun'un enerjisi ve öykülerinde sıkça yer verdiği konular beni fazlasıyla kendine çekti ve söyleşi öncesi kurulan standlardan hemen gidip kitabımı aldım ve imza sırasına girdim. Bu yazımda da aslında yazarın bende uyandırdığı hislerden ziyade kendi sarf ettiği cümlelerden alıntılar sunmak istiyorum ki bu yazıyı okuyanlar yazarın enerjisini hissetme şansı bulamasalar da ne demeye çalıştığımı az çok anlayabilsinler. Kendi sözlerime burada son verip, sözü Tosun'a bırakıyorum:

"Saf okur olmak çok özel bir şey. Çoğu yazar kitapları basıldıktan sonra pişmanlık duyar. Çünkü hiçbir zaman saf okur olamayacaktır artık."

"Kitap okurken, yazar olacağım diye okumadım. Kitap okuma sevdamdan dolayı kalabalık bir evde büyüdüğüm halde, bir dönem kendime ait bir odam oldu."

"En büyük eleştirmen, okumaktır."

"Yazar olmaktan çok, yazdığım şeylerle ilgileniyorum. Yazarken dış dünyayı ve okurları düşünmüyorum. Yazdığım konuları ben seçmiyorum, benden çıkan şeyleri yazıyorum. Her yazarın bir derdi, rahatsız olduğu bir şeyleri vardır. Beni rahatsız eden şey: İkiyüzlülük. Bir de her yazar okumak istediğini yazar derler. Ben ölümü, kavuşamayışı, yoksulluğu, cinsel kimlik arayışını okumayı seviyorum."

"Eşcinseller ilgimi çekti. Çünkü onları farklı bir tür gibi görüyoruz. Kadınlar, çocuklar ilgimi çekti. Çünkü onları hep ezdik, toplumun dışına bir yerlere attık. Oysaki nihayetinde hepimiz insandık, insanız."

"Herkesin hoşuna giden öyküler yazmaktan çok korktum. Yazmak bir soyunma biçimidir. Bu da cesaret gerektirir. Hele ilk kitaplar biraz daha mahremdir, ilk kez okur karşısına çıktığınızda daha kırılgan ve çıplak hissedersiniz. Zamanla deriniz biraz kalınlaşır."


Görüşmek üzere...