2 Mayıs 2014 Cuma

16. Uluslararası Eskişehir Film Festivali 1. Gün Değerlendirmem (Açılış Töreni, The Lunchbox ve Locke)

Bugün; kişisel olarak konuşmam gerekirse, aylardır beklediğim o güzel etkinlik başladı. Gösterimde 6 çeşit film vardı ve ben ikisini seyretme şansı yakaladım ki bundan sonraki günlerde de verimli olabilmesi ve filmleri sindirebilmem açısından günde en fazla 2 film şeklinde devam edeceğim.



Önce biraz açılış töreninden bahsedeyim: Onur Ödülleri ve Emek Ödülleri verildi, sponsorlara plaketleri takdim edildi. Emek Ödülleri sayesinde Jeyan Ayral Tözüm'ün o güzel sesini canlı canlı duyabilme şerefine nail olduk ve Güngör Özsoy Hocamızı alkışladık bolca. Onur Ödülleri kanadındaysa Kemal Sunal'ı andık, Gül Sunal'ın tatlı kişiliğini birkaç dakikalığına da olsa tattık ve Perihan Savaş'ı gördük dünya gözüyle. Ayrıca biraz magazinel olacak olma riskine katlanıp Perihan Savaş'ın güzelliğinden hiçbir şey kaybetmediğini de söylemek isterim.



Gel gelelim asıl meseleler olan bugün izlediğim filmlere: The Lunchbox (Sefertası) ve Locke.
İlk filmim The Lunchbox'tı ve öncelikle çok acemi bir tabirle tatlı bir filmdi diyerek başlamak istiyorum. Zaten film esnasında bolca da tatlı tükettiğimden tatlıya boğulduğumu söylemek yanlış olmayacak.
The Lunchbox, doğallığın birçok insanın sıkılmadan izleyebileceği bir şekle büründürülerek işlenmiş hali. Doğal ve aynı zamanda canlı bir film olmuş. Durağanlık ve dinamiklik bir arada olabilecekse de, filmde başarıyla sergilenmiş bu.
Hissetmenin, hissettirebilmenin önemi vurgulanmış ve bu tat alma duyusuyla da desteklenerek ilerlemiş film boyunca. İnsanların donukluklarının ardındaki aciziyet ve sevme-sevilme ihtiyacına dem vurulmuş. Saflık var filmde ve "kötü bir şey olmasın lütfen" cümlesinin sürekli içten içe söylendiği bir film olmuş.
Evet aşırı sanatsallığın veya sinematografinin fışkırdığı bir film olmadığı buraya kadar anlattıklarımdan da çıkarabileceğiniz üzere aşikar ama izlenmeli dediğim filmlerde ilk sıralarda olmasa da olacak olan filmlerden ve vakit kaybı asla değil. Daha fazla uzatmadan ikinci film Locke'a geçiyorum.



The Lunchbox hakkında sayfalarca yazabileceğimi düşünürken Locke hakkında böyle bir düşünce doğmuyor içime. Steven Knight'tan görmeye alışık olunan tarzda bir film gördüğünü söyledi arkadaşım, sanırım öyleydi de. Güzeldi ama "harikaydı, müthişti"
de dedirtmedi. İntikam, aile, baba olmak gibi kalıplar ele alınmıştı. Bana geçen mesajlardan biri her zaman kendi kendime de düşündüğüm ama filmde bulamayacağınız şu cümleydi:  "Herkes hata yapabilir ve anlaman gereken insanı son nefesini vermeden anlamak zorunda kalırsın." 
Ve şu cümle: "Bir adım daha atıp atamayacağını asla bilemezsin!"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder