19 Mayıs 2014 Pazartesi

-Gecikmeli Olarak- 16. Uluslararası Eskişehir Film Festivali 9. -ve Benim İçin Son- Gün Değerlendirmem (Sev Beni)

Merhaba bugün fotoğrafım yok ve fark ettiğiniz üzere çok gecikmeli bir yazı bu. Yaşanan kişisel birtakım nedenler ve Soma'daki acı kayıplarımız dolayısıyla böyle bir ara vermem gerekiyordu. Buradan da Soma'da hayatını kaybetmiş işçilerimize Allah'tan rahmet, yakınlarına sabırlar diliyorum. Buradan tepkimi koymuyorum çünkü bu biraz yersiz olabilir.

Son filmime geçiyorum; onu yazmasam eksik olacak. Ama bu, filmin iyi olduğuna dair bir yorum olarak algılanmasın sizler tarafından. Filmin adı: "Sev Beni".
Açıkçası net olarak ifade etmek istiyorum ki, film bence hiç iyi değildi. Belki Türk erkeklerinin Ukraynalı kadınlara bakışları ve buna yöneltilen ufak da olsa eleştiri boyutu sorgulanmadan film hakkında yorum yapılabilir. Çünkü filmin saygı duyulası tarafı buydu. Onun dışında bir türlü hiçbir yere oturmayan, güzel kadın vücudundan ve çok ünlü birkaç isimden beslenen bir film olduğunu söylemek yanlış kaçmayacak bana düşündürdükleri açısından.

Kendi kapanışım bu filmle oldu ve bu durum beni biraz üzdü çünkü daha tadı damağımda kalan bir yapımla veda etmek isterdim 16. Uluslararası Eskişehir Film Festival'ine. Ama böyle olması gerekti. Bu film dahil izlediğim, izlemediğim her filme emeği geçen ve 16. Eskişehir Uluslararası Film Festivali ekibinde bulunan herkesin emeklerine sağlık diyor ve teşekkürlerimi sunuyorum.

Seneye Eskişehir'de olmayacağım fakat 17. Uluslararası Film Festivali'ni yine de iple çekiyor ve gelmeyi ümit ediyor, 

iyi günler diliyorum.

9 Mayıs 2014 Cuma

16. Uluslararası Eskişehir Film Festivali 8. Gün Değerlendirmem (The Grand Budapest Hotel)

Film festivalinin sonuna gün gün yaklaşırken; bugün, tek film izlemeyi tercih ettim. Bir nedeni de bugün gösterimdeki filmler ya daha önce izlemiş olduklarımdı ya da izlemem diye düşündüklerim. O nedenle "The Grand Budapest Hotel"i geçen bilet bulamamamın ardından nihayet bugün izleyebildim.


"The Grand Budapest Hotel", film festivali boyunca 3 kere gösterildi ve her seferinde biletler yok sattı. Öncelikli düşüncem şu ki; bu, popüler kültürün doğurduğu bir durumdu. Çünkü ben film esnasında yer yer sıkılırken ve filmden çıktığımda da "o kadar da değil" dedim.
Film teknik açıdan, sinematografik açıdan ve görsel olarak iyiydi. Ara ara eğlenceliydi ama görmeye çok da alışık olmadığımız bir tarzı ya da "çok farklıydı, bu bir başyapıt" dedirtecek bir konumu yoktu. Belki film öncesi beklenti büyüklüğümden bana böyle düşündürdü ama film hakkında genel kanımın bu olduğunu söylemeden edemeyeceğim.
Oyunculuk konusunda beklentim karşılandı ve fragmandan da görülecek üzere film, tanıdık sima doluydu. Bu bir avantaj mı filmler için yoksa dezavantaj mı bu bence sorgulanması gereken bir soru her zaman için.

Evet filmi beğendim ama bayılmadım. Film başarılıydı ama "kült" potansiyeli yoktu... ve bu liste epey uzar. Bu nedenle sizi de sıkmadan burada noktalıyorum.

Yarınki filmlerle buluşmak üzere...

8 Mayıs 2014 Perşembe

16. Uluslararası Eskişehir Film Festivali 7. Gün Değerlendirmem (Aya of Yop City ve Bethlehem)

7. günde de ne yazık ki birtakım teknik aksaklıklara denk gelerek normalde "Stray Dogs"u izleyecekken, "Bethlehem"i izledim. Ama "Bethlehem" de planlarım arasında vardı.


Günün ilk filmi "Aya of Yop City".
Filmi farklı kılan tek taraf animasyon oluşuydu. Film animasyon olmasa tabiri caizse sıradanlığın dibine vurabilirdi. Evet filmin bir eleştirisi vardı, değinmek istediği noktalar da yok denemezdi tabii ki... Ataerkil toplum yapısı, kadınların okuması ve meslek sahibi olmasında toplumun algı biçimi, sınıfsal farklılıklar ve beraberinde getirdiği köle-sahip ilişkisi gibi. Film bu anlamda içi boş olmasa da seyredilen süre boyunca bize biraz boş vakit harcatıyor hissi yaşatıyordu. Japonya'da filme gelen tepkileri çok kestiremesem de Türkiye'deki genel algıyı salondan çıkarken alabildim seyirciden: "Gelmeyebilirdim de." Ben o kadar katı değildim ve filmi seyrederken sıkılmadım da fakat filmin teknik açıdan yetersiz olduğunu düşündüm. Animasyondan çok anlamıyorum onun için çok kesin yargılarda da bulunmayacağım ama bana geçen buydu.
"Aya of Yop City" için bu kadar.  J
                
   
"Bethlehem" de bugünün alternatif olarak gelişen ikinci filmiydi. Sertti ama daha sert filmler de tabii ki izledim. Yine de birkaç sahnede kan ve dehşetten kaynaklı olarak kafamı çevirmeyi de ihmal etmedim. Taraflıydı ama filme giderken bunu az çok kestirerek gittim. Çünkü müslümansan bir taraftasın, museviysen diğer tarafta gibi bir ayrım ne yazık ki var. Ki bilindiği kadarıyla Bethlehem'in yönetmeni Yuval Adler de yahudi ve filme kendi bakışını katması bu nedenle garip karşılanmadı.
Değinilen önemli nokta şuydu ki; Filistinliler ayakta kalmaya, direnmeye çalışıyorlardı evet ama bunu bölünerek yapıyorlardı. İbrahim'in ölüsünü bile, kendi aralarında paylaşamamaları buna en iyi göstergelerden biriydi.
Film sırasında ve sonrasında çıkarılacak tek bir mesaj vardı: "Savaş olmamalıydı."

7 Mayıs 2014 Çarşamba

16. Uluslararası Eskişehir Film Festivali 6. Gün Değerlendirmem (Basında Film Eleştirmenliği Atölyesi, Alleine Tanzen ve Starred Up)

Uzun bir gündü. Uzun bir güne başlayacağımı bilerek uyandım ve aslında saati gelmeden her uyanışımda "atölyeye geç kaldım." diye sayıkladım. Sonra neyse ki gecikmedim ve gün başladı.


Basında Film Eleştirmenliği Atölyesi.
Alper Turgut (solda), Serdar Akbıyık (sağda)

Atölye çok keyifli ve vericiydi. Sayımızın az olması (çünkü belli bir kontenjanı vardı) büyük bir avantajdı, böylece herkes eleştirmenlerle birebir konuşup onlara soru sorabilme şansı yakaladı ve süre de çok makuldu; ne uzun ne de kısa. 10'da başladık ve 13.30'a doğru bitti. 
 Şimdi biraz Alper Turgut ve Serdar Akbıyık'ın  konuşmalarından da kısa kısa alıntılara yer vermek  istiyorum.
 Serdar Akbıyık:  -"Yurtdışında insanlar sinemacı olduğu  için kısa film çekerler bizde ise sinemacı olunmak için  kısa film çekiliyor."
-"Bir film eleştirisine başlamadan önce 1-2 saat film hakkında düşünmek isterim." 
-"Bir film izlendikten SONRA eleştirisi okunmalı."
-"Bir festival yapıyorsanız, festivalin bir adası olmalı. Şu an İstanbul'da yaşanan sıkıntı bu." 
 -"Bizim sinemamız zayıf veya kötü değil ama hacim yok." 
Alper Turgut: -"Türkiye'de sinema bir sektör değil. Dizilerden arta kalan zamanlarla mevsimsel sinema yapıyoruz ve Recep İvedikler olmasa sinema salonları kapanır."
-"Biz Türkiye'deki eleştirmenler, filmi yapanların ruh durumlarını etkiliyoruz. Yurtdışındaki gibi filmlere insan çekmek değil amacımız."
-"Bir film hakkında yazmak için bir kere izlemem yeterli ama filmi izledikten sonra eleştiriye başlamadan önce biraz demlenmem gerekiyor."
-"Günümüzde en çok para getiren şey, kalitesizlik.
-"Film eleştirmeni entellektüel olmak durumundadır, yazısında ise tutku ve duygu olmalı mutlaka."


Atölye kısmını bitirdikten sonra günün ilk filmine geçiyorum: "Alleine Tanzen (Tek Başına Dans)". Belgesel bir film, arada kalmışlığın, kültür çatışmasının filmi ve her şeyden önce çekmesi ya da çektikten sonra gösterime vermesi cesaret gerektiren bir film. 
"Alleine Tanzen" için çok başarılıydı, bayıldım dersem samimi bir eleştiri yazmış olmam. Yani film belki farklıydı, doğaldı belki kimilerine göre de tam olarak olması gerektiği gibiydi ama bana bazı yönlerden gereksiz fazlaymış gibi geldi. Ve bir belgeselden çok "işte bu benim ailem ve bütün kirli, temiz çamaşırlarımızı ortaya döküyoruz şimdi." kıvamına geliyordu çoğu yerde fazlaca. Ha belki yönetmen Biene Pilavcı'nın amacıydı bu fakat söyleşide sarf ettiği şu cümle bana göre bu çıkarımımı haklılaştırıyordu: "Bu belgeseli çekmek benim terapimdi. Çünkü terapiye gitmiştim ve işe yaramamıştı." 


Starred Up (Yüksek Risk): Kan, şiddet ve yine klasik olan o sorgulamayı yapmak: "Şiddete yatkın olanlar, işledikleri suçlarda iradelerinden ne oranda faydalanabiliyorlar?" ya da buna benzer birçok soru...
Film izlekliği yönünden iyi, zaten ideal da bir süreye sahip (100 dk.)
Çok fazla kan var, vahşet var ve filmi izlediğim süre boyunca farklı karakterlere büründürdü beni yani izlediğim kişilere dönüştüm içsel olarak. Özdeşleştirmeye gittim, çünkü acıdım. Bu da bir filmin sanatsal boyutu açısından bakıldığında sanırım çok da sağlıklı bir boyut değil, en azından benim açımdan. Bir filme istendiğinde dışarıdan da bakılabilmeli ki duygular katılmadan da bir değerlendirmeye gidilebilsin. Film kötü değil ama sanki sıradan olduğu düşüncesi çok da atılmıyor kafadan.
   
David Mackenzi'nin eski ve bundan sonra gelecek filmlerinde de buluşmak dileğiyle...   

6 Mayıs 2014 Salı

16. Uluslararası Eskişehir Film Festivali 5. Gün Değerlendirmem (Şarkı Söyleyen Kadınlar ve Miss Violence)


Bugün de daha önceden planladığım gibi olmadı fakat bugünü kendim yönlendirdim ve sonuçtan da memnunum. Tabii ki alternatif maliyeti doğrudan yaşayamadığım için çok da kestirebildiğimi söyleyemem doğru yapıp yapmadığımı. Önemli olan sonuç itibariyle güzel filmler izlemiş olmak. Girişi uzatmıyor ve gelişme bölümüne geçiyorum.
Filmler: "Şarkı Söyleyen Kadınlar" ya da "Adem'in Yakarışı" ve "Miss Violence (Şiddet Güzeli)".

"Şarkı Söyleyen Kadınlar"; metaforlar, verilmek istenen mesajlar, oyunculuklar ve doğa açısından bir hayli zengin bir filmdi. Öyle ki yer yer birini yakalamaya çalışırken bir diğerine tosladım. Bu benim muhtemelen filmi okumaya çalışma telaşımdan olsa gerekti ama filmden çıktığımda büyük bir etkilenme durumuyla başa çıkmaya çalışıyordum. Yani birtakım yerlerde birtakım anlamları kaçırmış olabilirdim ama bir bütün olarak bakıldığında paragraflar yazabilecek düzeyde olmasa da filmin özündeki geçmişti bana, özellikle de duygu, düşünce yoğunluğundaki denge açısından. 
Filmde yoğun Reha Erdem imgeleri vardı. Yani mümkün olsa ve bunun bir Reha Erdem filmi olduğunu bilmeden girsem o filme, bu film Reha Erdem'e ait diyebilirdim rahatça. 
Filmde her karakter, her isim, her hayvan, her ses ve her söz  birer metafordu. Bazılarını anlamlandırmak da direkt olarak oyuncuya bırakılmıştı, aşikardı. Beyin zorluyordu.
Dış sesin söyledikleri hayli anlamlıydı ve dinletiyordu. Bunda sesin Halit Ergenç'e ait olması ve ses tınısının filme uygunluğu da büyük bir etkendi.
Deniz Hasgüler (solda) 
Oyunculuklar zengindi dedim başta. Özellikle Adem karakterini canlandıran Philip Arditti'nin derin izler bıraktığını söyleyemeden edemeyeceğim. Binnur Kaya da her zamanki gibi olmuştu, yalnız birkaç sahnede Hüsne'den esintiler görür gibi olmak da beni üzmedi, diyemeyeceğim.
Filmin ardından söyleşi vardı ve söyleşinin tamamına kalmış olamasam da arkadaşımla da konuşup teyit aldıktan sonra, söyleşi biraz zayıf kaldı demek çok da anlamsız olmayacak sanırım. Bu Reha Erdem'in yokluğundandı tabii ki en başta ama Deniz Hasgüler (Meryem)'in söyleşiye yalnız gelmiş olması ve verdiği cevaplar doğrultusunda filmin içini boşaltmış gibi hissetmem benim açımdan olumsuz bir gelişmeydi. 
Ama ne olursa olsun bu durum filmin başarısını tabii ki gölgelemedi ve o ağırlık ve psikolojik çözümlemeler bize olduğu gibi geçti, tek bir katarsis dahi yaşatmadan.


Geldim ikinci filme. Dönüp bakıyorum ve düşünüyorum; bir günde seçilip izlenebilecek iki ağır, psikolojik filmi bulup izlemişim. Şunu söyleyeyim, "Miss Violence"i izlerken ilk başta sadece salonda ve çıkışta sövdüğümü hatırlıyorum, sonrasında ise neden sövdüğümü.
Evet rahatsız edici bir filmdi ve kurgu çok iyiydi. İlk sahnede sahte ifadeler, sahte bir aile saadeti ve 11 yaşındaki kız çocuğunun gülümsemesi vardı. Sonra "böyle mi? yok galiba şöyle." derken, buluyordunuz kendinizi ve düğüm bölümünde artık haklı olmamayı diliyordunuz. Çünkü düşündüğünüzden de fazlasını görüyordunuz, görmek istememeyi dilediğiniz. 
Düğüme gelmeden önce ise konuları işleme biçimi hayranlık uyandırıcıydı. Çünkü sadece sezmenizi sağlayarak ensesti, pedofiliyi, kadın pazarlamayı ve sadizmi işlemişti. Düğüm kısmına yaklaşırken ise zaten olanlar oluyordu ve salonu terk eden insan sayısı artıyordu giderek. Film bittiğinde ne hissettiğimi, ne düşündüğümü toparlamakta güçlük çekiyorum ama kendimle savaştığım noktaları tekrar ortaya çıkardı: "Bir insanın yaşama hakkı ne olursa olsun elinden alınabilir miydi?" Çünkü film bir ölümle başlıyor ve bir ölümle bitiyordu. Baştaki ölüme üzülüp sondaki ölüme seviniyordu insan, ne yazık ki, istem dışı...
                                                 

5 Mayıs 2014 Pazartesi

16. Uluslararası Eskişehir Film Festivali 4. Gün Değerlendirmem (The Past)


Bugün, benim pek planladığım gibi gitmedi. Normalde izleyeceğim iki film vardı kafamda ve o iki filmden biri aslında bugün izlediğim film de değildi. Fakat bugün izlediğim filmi daha sonraki günlerde izlemeyi planlıyordum yine. Yani sonuç itibariyle yine izlemek istediğim bir filmi izledim. Adı: The Past. 
İzlemeyi planlayıp izleyememiş olduğum filmlerden biri "The Grand Budapest Hotel" (gösteriminden 3 saat önce gitmeme rağmen bilet kalmamıştı.), diğeri ise The Touch of Sin (teknik bir aksaklık nedeniyle filme bilet satışı yapılamadı.) Yani bu ufak şanssızlıklardan sonra  "The Past"ta karar kılındı ve artık film hakkındaki değerlendirmeme geçiyorum.                   

Film hakkında söylemek istediğim ilk şey; filmin isminin gerçekten çok isabetli bir seçim olduğu. Geçmişi sorgulamak ve geçmişin bizde bıraktığı izler, geçmişi önemseme derecemiz ve  bunun çok da üstünde durmamaya çalışmak, geçmişten gelen bir insanın yeniye göre gerçek konumu gibi. Bunları düşündürdü ve buna bağlı bir hissiyat oluşturdu üzerimde. Aslında bir yerde benim hep o düşündüğüm şeye vurgu yapmıştı: Geçirilen yıllar mı yoksa yeni heyecanlar mı, yeni tatlar mı? Sonunda da cevabı verilmişti İranlı yönetmen ve senarist Asghar Farhadi tarafından: "geçmiş her şeydi!". Yani en azından bana GEÇen oydu.                    
Film sonunda arkadaşlarımla yaptığım konuşmalardan ve salonda kendi aralarında yorum yapan insanların konuşmalarından şunu çıkardım ki; filmin sonu kimilerine göre açık bir kapıydı, kimilerine göre ise yüzlerine kapanmıştı. Bu algının tek kaynağı da insanların geçmişe bakışlarının ne denli çeşitli olduğuyla ilgiliydi.
Filmin süresini, bana geçen düşüncelerden anladığım kadarıyla uzun (130dk.) bulanlar vardı ki bence de uzundu.  Ama film sıkan bir yapıya sahip değildi ve tam olarak bir durumlar sürekliliğinden oluşuyordu... Tıpkı hayat gibi.
Emeği geçenlerin emeğine sağlık.

Yarın başka filmlerle görüşmek üzere. J
                        

4 Mayıs 2014 Pazar

16. Uluslararası Eskişehir Film Festivalı 3. Gün Değerlendirmem (Gözümün Nuru ve İtirazım Var)


Bugün epey yorucu ama keyifli bir gün geçirdim. Bunu söylememin nedeni de bu durumun festivalden kaynaklı olmasıydı. Sabah 08.00'den itibaren gişede sıradaydım ve daha sonra 18.00'e kadar festival alanı
ve civarında vakit geçirdim. Sabah 8'de gişede olma nedenim "İtirazım Var" filminin bilet arzının talebi karşılamayacağını düşünmemdi ki düşündüğüm gibi de oldu ve çok geçmeden yandaki fotoğraftaki manzarayla karşılaştım. Evet bilet HİÇ kalmamıştı. Yani erken davranarak bir bilet sahibi daha oldum ve keyifli, söyleşili bir filme daha girebildim. Bu, günümün biraz özet kısmıydı. Şimdi filmlere gelelim.



İlk filmim "Gözümün Nuru"ydu bugün. Tatlı, samimi,içten, doğal ve amacı olan keyifli bir filmdi. Film gerçek bir hikayeden uyarlanmış ve aslında direkt olarak yönetmen Melik Saraçoğlu'nun sinemaya olan tutkusunun talihsiz bir göz rahatsızlığıyla birlikte verildiği ve bu iki durumun birbirini fevkalade derecede nasıl etkilediğini anlatan kara mizah türünde bir filmdi. Yaşayan Melik Saraçoğlu'ydu, yöneten Melik Saraçoğlu'ydu (arkadaşı Hakkı Kurtuluş ile birlikte) ve en ilgi çekici tarafı; oynayan Melik Saraçoğlu'ydu. Üstüne üstlük aile de gerçek aileydi. Melik Saraçoğlu söyleşide filmini, otobiyografik trajikomedi olarak adlandırdığını söyledi ve doku drama veya belgesel olarak tanımlayanların da olduğunu fakat kendisinin buna katılmadığını belirtti. Bir de şunu da belirtmeden geçmek istemiyorum, aileye senaryo okutulmamıştı ve Melik Saraçoğlu'nun annesi aslında oynamadıklarını, sadece yaşadıklarını hatırlayarak bir canlandırma yaptıklarını ve olabildiğince doğal olmaya çalıştıklarını söyledi. Bize de geçen zaten o samimiyet olmuştu.


"İtirazım Var"a geliyorum, geldim. Aslında nasıl başlamam gerektiğini çok da fazla oturtamıyorum kafamda ya da ne yazmazsam eksik kalmayacağını. Onun için biraz üstümde bıraktığı etkiden bahsedeyim önce: Duygusal ama düşünceyi asla bırakmayan bir ruh hali. Cesaret veren ve radikal olmaya iten bir atmosfere bürünme.
Film başarılı, çok başarılıydı. Serkan Keskin bir kere daha "nasıl bu kadar iyi oynayabilir bir insan?" dedirtti.
Onur Ünlü filmde gerçekten itirazlarını sıralamış, karşı çıkmış, farklı bir yerde durmuş ve bunların etrafında da sağlam bir hikaye oluşturmuştu yine. Hikaye sağlam oyunculuklarla buluştuğunda da "İtirazım Var" olmuştu zaten. Polisiye vardı, mesajlar vardı, eleştiri vardı. Yani birçok şey vardı... İtirazım var'dı bir kere.
Film, gerçekten üzerine çok konuşulacak, her sahnesi ayrı ayrı ele alınabilecek bir yapım ve hakkında yazması bu nedenle de bir o kadar zor sanırım, en azından benim için. Bütün gün ne kadar toparlamaya çalıştıysam da bu kadar oluyor herhalde diyip biraz da söyleşi kısmına gelip bitirmek istiyorum.

Onur Ünlü film hakkında şunları söyledi: "Filmde din konusunda pozitif ayrımcılık dahi yapmak istemedim. Benim umrumda olan Türkiye'nin meselesi ve Türkiye'nin meselesi ancak Türkiye'de çözülür. Dinler arasında bir diyalogtan bahsedilebiliyorsa ben dinsizler arasında da bir diyalog olması gerektiğini düşünüyorum ve din olmadan da insanlar diyalog kurabilmeli.
Mesleki olarak bir şeyden kaçmam, gözü karayımdır. Fakat hayatımda kaçtığım şeyler tabii ki vardır. Köpeklerden çok korkarım mesela. Filmi yazdığımda Kalyoncu soyadını kullanmıştım ve patlayan son olaylardan önce yazılmıştı senaryo, soyadı değiştirebilirdim kimsenin de haberi olmazdı fakat bu oto-sansüre girerdi ve Kalyoncu soyadını değiştirmedim. Çünkü bu kendi kendimi ketlemek olurdu.
Herhangi bir şeyin sözcüsü olacak insanlar değiliz. Hayatımı bununla geçiremem."

Serkan Keskin'e yöneltilen sorular daha çok oyunculuğuyla ilgiliydi ve buna dair cevaplar verdi, oyunculuğa bakışını anlattı biraz: "Bir role bürünürken en önce sözüne bakarım. Sonra iş nerede duruyor, ne yapıyoruz, ne söylüyoruz diye düşünürüm ve ben sevdiğim, sözü olan her şeyi oynarım."



"İtirazım Var" söyleşisi: Serkan Keskin 
(soldan iki)
Onur Önlü (en sağ)
Not: Evet kameram hala iyi değil.
"Gözümün Nuru" söyleşisi: Melik Saraçoğlu 
(soldan iki),
Melik Saraçoğlu annesi (sağdan iki), 
Melik Saraçoğlu babası
(en sağ)
Not: Kameram hala iyi değil.

3 Mayıs 2014 Cumartesi

16. Uluslararası Eskişehir Film Festivali 2. Gün Değerlendirmem (Kumun Tadı ve White Shadow)

Bugün yine iki film izledim ve ikisi de söyleşiliydi. Filmler, White Shadow (Beyaz Gölge) ve Kumun Tadı (Seaburners)



Bugünün ilk filmi "Kumun Tadı"ydı. Filmin kendisinden çok söyleşisi iz bıraktı bende desem hadsizlik mi etmiş olurum bilmiyorum ama sanırım söyleşisiz film, biraz eksik kalacaktı bende. Bunun nedeni filmin ne anlatmak istediğini rahatça okuyamamak değil, filmin çekimleri sırasında verilmiş tavizlerin olduğunu açıkça hissedip bunların neler olduğunu çok da kestirememekti sanırım. Cast seçimi başarılıydı ama yapımcı Yamaç Okur'un da söylediği gibi bağımsız filmlerde alışık olunmayan bir yola gidilerek yıldız iki oyuncu seçilmişti. Yıldız iki oyuncu vardı evet ama sanki onların yerine başkaları olsa film bu kadar olmazdı dedirtebildi. Özellikle de ben Timuçin Esen'in bu film için görünümünden dolayı çok isabetli bir seçim olduğunu düşünerek, yapımcıya bu doğrultuda da katılıyorum. Söyleşide bana geçen duygu; Yamaç Okur'un, yapımcılık mesleğini sonuna kadar sindirebilmiş olduğuydu.
Yamaç Okur film hakkında şunları söyledi: "Atmosferik tarafı ağır basan bir film oldu Kumun Tadı. Yönetmenimiz Melisa Önel fotoğrafçı olmasının da etkisiyle görsel olarak düşünen bir kişi. Filmde doğal sesler kullanılmaya özen gösterildi ve ses tasarımcımız Umut Şenyol bu konuda iyi bir iş ortaya koydu. Kumun Tadı sakin kafayla izlenmesi gereken bir film yani öyle iki filmin üstüne bir de bunu izleyeyim olmamalı. Doğa, filmdeki ana karakterlerden birisi. Zaten filmin çıkış noktası DENİZDİ."

Gelelim ikinci filme:
White Shadow hakkında yazmak biraz daha çekinceyle yaklaşacağım bir iş aslında. Çünkü filmde yaşananlardan çok uzağız. Filmde gördüğümüz kültür bambaşka bir kültür ve bu da filmi okumayı biraz daha zorlu hale getiriyor.
İşlenen konu çok ilgi çekici, çarpıcı ve bunu filmdeki ana karakteri canlandıran Hamisi Bazili ile aynı salonda izliyorsanız daha da gerçekçi. Söyleşide oyunculardan James Gayo şunu söyledi ve filmin ruhunu özetleyen cümle de bu sanırım: "Gerçekle rüya arasında bir yerde."
Filmi izlerken konunun Tanzanyalı olmayan biri tarafından işlendiğini de unutmadan cehalete sövdüm içimden, bunu yaptırıyordu  film. Başarılıydı diyip Hamisi Bazili'nin anlattığı bir anekdotla bugünkü yazımı da bitiriyorum: "Amcam ve ben yolda yürürken (ikisi de albino) bizi işaret edip 'yürüyen para' diyorlardı."


Sahnede çok ışık vardı ve benim çok iyi bir kameram yok. O nedenle fotoğraflarımın kalitesizliğinden ötürü özürlerimi sunarım. White Shadow oyuncuları: James Dayo (ortada), Hamisi Bazili (sağda)

2 Mayıs 2014 Cuma

16. Uluslararası Eskişehir Film Festivali 1. Gün Değerlendirmem (Açılış Töreni, The Lunchbox ve Locke)

Bugün; kişisel olarak konuşmam gerekirse, aylardır beklediğim o güzel etkinlik başladı. Gösterimde 6 çeşit film vardı ve ben ikisini seyretme şansı yakaladım ki bundan sonraki günlerde de verimli olabilmesi ve filmleri sindirebilmem açısından günde en fazla 2 film şeklinde devam edeceğim.



Önce biraz açılış töreninden bahsedeyim: Onur Ödülleri ve Emek Ödülleri verildi, sponsorlara plaketleri takdim edildi. Emek Ödülleri sayesinde Jeyan Ayral Tözüm'ün o güzel sesini canlı canlı duyabilme şerefine nail olduk ve Güngör Özsoy Hocamızı alkışladık bolca. Onur Ödülleri kanadındaysa Kemal Sunal'ı andık, Gül Sunal'ın tatlı kişiliğini birkaç dakikalığına da olsa tattık ve Perihan Savaş'ı gördük dünya gözüyle. Ayrıca biraz magazinel olacak olma riskine katlanıp Perihan Savaş'ın güzelliğinden hiçbir şey kaybetmediğini de söylemek isterim.



Gel gelelim asıl meseleler olan bugün izlediğim filmlere: The Lunchbox (Sefertası) ve Locke.
İlk filmim The Lunchbox'tı ve öncelikle çok acemi bir tabirle tatlı bir filmdi diyerek başlamak istiyorum. Zaten film esnasında bolca da tatlı tükettiğimden tatlıya boğulduğumu söylemek yanlış olmayacak.
The Lunchbox, doğallığın birçok insanın sıkılmadan izleyebileceği bir şekle büründürülerek işlenmiş hali. Doğal ve aynı zamanda canlı bir film olmuş. Durağanlık ve dinamiklik bir arada olabilecekse de, filmde başarıyla sergilenmiş bu.
Hissetmenin, hissettirebilmenin önemi vurgulanmış ve bu tat alma duyusuyla da desteklenerek ilerlemiş film boyunca. İnsanların donukluklarının ardındaki aciziyet ve sevme-sevilme ihtiyacına dem vurulmuş. Saflık var filmde ve "kötü bir şey olmasın lütfen" cümlesinin sürekli içten içe söylendiği bir film olmuş.
Evet aşırı sanatsallığın veya sinematografinin fışkırdığı bir film olmadığı buraya kadar anlattıklarımdan da çıkarabileceğiniz üzere aşikar ama izlenmeli dediğim filmlerde ilk sıralarda olmasa da olacak olan filmlerden ve vakit kaybı asla değil. Daha fazla uzatmadan ikinci film Locke'a geçiyorum.



The Lunchbox hakkında sayfalarca yazabileceğimi düşünürken Locke hakkında böyle bir düşünce doğmuyor içime. Steven Knight'tan görmeye alışık olunan tarzda bir film gördüğünü söyledi arkadaşım, sanırım öyleydi de. Güzeldi ama "harikaydı, müthişti"
de dedirtmedi. İntikam, aile, baba olmak gibi kalıplar ele alınmıştı. Bana geçen mesajlardan biri her zaman kendi kendime de düşündüğüm ama filmde bulamayacağınız şu cümleydi:  "Herkes hata yapabilir ve anlaman gereken insanı son nefesini vermeden anlamak zorunda kalırsın." 
Ve şu cümle: "Bir adım daha atıp atamayacağını asla bilemezsin!"